eylül

beni tanıyanlar bilir, sonbahardan da kıştan da hoşlanmam. ama eylül içlerine sevebildiğim tek ay. güneş varken yağmurun yağdığı, geceleri ince bir hırkanın yettiği akşamlar.

eylül güzel. insanın aklını başına getiriyor.

bu aralar güzel kitaplar okudum. şenay aydemir’in organik bozukluk: 21. yüzyılda tembellik hakkı kitabı, ismail güzelsoy’un gölge’si, ahmet tulgar’ın trajik nüans’ı, bunlardan hararetle tavsiye edeceklerim.

makarnayı az haşlayıp kaynayan sarmısaklı, bol domatesin içinde kalanını haşlamayı öğrendim, çok güzel oluyormuş. sosu iyice içine çekiyor.

french press’te cold brew yapmayı çözdüm. akşamdan kahveyi soğuk suyla yapıyorsunuz, buzdolabına atıyorsunuz, sabah kalktığınızda soğuk ve leziz kahveniz hazır oluyor. tam da tembel işi.

stranger things’den sonra queen of south, victoria, the royals ve better things izlemeye başladım, hepsi ayrı güzel, meraklısına.

orange blossom’ı keşfettim. şu şarkısı özellikle. insana neon turunculu günbatımlarını anımsatıyor, ve yeşil mandalinaları.

instagram’da garaj satışı hesabını takip ediyorum bu aralar, ikinci el bi sürü şey buluyorum, hepsini alasım geliyor, ama kendimi de tutuyorum elbette. dünyanın en mantıklı şeyi bence yenisini almaktansa ikinci eline bakmak. bir de sefertası moda. bir etperver olarak dünyanın en güzel vegan yemekleri ve şahane fotoğrafları var. arada bir not alıyorum, bunu böyle yiyeyim ah be akşama kısır yapayım diye. vegan veya vejetaryenseniz kesin takip edin, değilseniz de edin. benim iştahımı açıyor hep.

bir procrastination anında gelen paylaşma olsun bu da. belki arada yaparım yine.

Rüya içinde rüya

İsmail Güzelsoy’un Doğan Kitap’tan çıkan romanı Gölge bize bir rüya, bir masal anlatıyor.

Gölge’yi bir çırpıda anlatmak zor. Surdibi, Azapkapı, Eminönü, Direklerarası, Zeyrek’te geçen bir rüya bu, rüya mı desem, masal mı emin değilim ancak İsmail Güzelsoy bizi bir rüyanın içine atıyor, o rüyanın içinde rüya gördürüyor. Fenni Sihirler adını verdiği serinin ikinci kitabı Gölge. İlk kitap Değmez’den hatırlayacağınız karakterler de var elbette. İsmail Güzelsoy, “Rüyalar ve gölgeler aynı dili konuşur” diyor. Okudukça anlıyorsunuz ne demek istediğini.

Bir ipin üzerinde yaşayan bir çocuk karşılıyor bizi, ayağı yere değince toprak tutuyor onu, kimisini deniz tutar ya, o misal. Surdibi’nde bir evin bahçesi, yolunu kaybetmiş bir gölge Ab’âb ve Kahkah’la birlikte yaşıyor. Kahkah’a durup durup ben nereden geldim diye soruyor, bu sırrı kitabın son sayfalarına kadar biz de öğrenemiyoruz. Kahkah bahçede hileli zarlar yapıyor, kusursuz hileli zarlar. Hepsini yola fırlatıyor sonra.

Ve bir gün Leylifer geliyor, Leylifer yavru bir maymun. Leylifer’le aslında bizi daha epigrafta tanıştırıyor Güzelsoy, Reşat Ekrem Koçu’dan yaptığı bir alıntıyla, “Maymun fuhşa alet olur” bendinden sonra insanların kendinden geçer ve İstanbul’da devasa bir maymun katliamı olur. İşte Leylifer, o katliamdan kaçmış bir şebek. Kahramanımızın aziz arkadaşı, can yoldaşı, rüya yoldaşı. Bir ip üzerinde büyümüş bir çocukla bir maymunun İstanbul semalarında yürümesine doğru giden, sonra gitgide gizem dozu artan hikâyemiz böyle başlıyor.

Sırlar tek tek çözülüyor ve çözülürken Ab’âb mesela dile geliyor, “Senin acının başkalarını eğlendirdiği bir yer ya da zaman hayal et. Cehennem orasıdır” diyor. Eminönü’nde bir kitapçı çıkageliyor, “Göğe Düşen Hızır’ın Acayip Hikayesi”ni anlatıyor. Sonra “İnsan asla fikrinden daha berrak görmemeli” diyen Kör Aşil’le sonra da ‘dünyayı gölgeleşebilen nesneler olarak gören’ Değil Efendi’nin kendisiyle tanışıyoruz. Yıllar geçiyor ve ismini hâlâ bilmediğimiz kahramanımız ve Leylifer, Zeyrek’te bir konağa yerleşiyor. İşte orada kehanetler, rüyalar, sırlar, yalanlar iç içe girmeye başlıyor. Ortada büyük bir oyun var, biz de o oyunun içine peyderpey giriyoruz. Kehanetler gerçekleşiyor, bir çınar ağacı kan ağlıyor, fareler şehri istila ediyor, bir genç kız mezarından kaçıyor. Her şey gerçeğe, geleceği bilmeye, ölümsüzlüğe, güce, bir kitaba bağlı. Daha fazla anlatmayalım, sırlara siz de böylece vakıf olun.

Güzelsoy, Değmez’i, kelimelerin gücüne, edebiyatın büyüsüne inancını koruyanlar için yazmıştı. Gölge’yi ise tam da böyle bir insan olan Halil Serkan Öz’e ithaf etmiş. Her bir katı tek tek açılan bir baklava gibi Gölge. Elimize verdiği küçük anahtarları yavaş yavaş açıyor, bir tanıştığımızla sayfalar sonra yeniden karşılaşıyoruz. Güzelsoy, Değmez’i yazdıktan hemen sonra ara vermeden başlamış Gölge’ye. “Kendimi bisiklet gibi hissediyorum, hızımı kesersem düşebilirim” demiş. İyi ki hızını kesmemiş de çabucak Gölge’yle tanışmışız. Okuduğunuzda çok şey hissedeceğinize, rüyalarınızın bile değişeceğine şahsen kefilim.

BİR CÜMLE:

“Doğduktan sonra bize pek çok şey öğretildiği gibi pek çok şey de unutturulur. Bize unutturulan ilk şey hayatın eğlenmek için olduğudur.”

“Her insan güzel ihtimallerin evidir.”

“Bazı şeyleri anlamadan da severiz ya. İnsanları mesela… Aşk başka ne ki?

İsmail Güzelsoy

Gölge

Doğan Kitap

296 sayfa

“Sıfır noktasındaysan rolüne en yakın mesafedesin”

Aşk Laftan Anlamaz dizisindeki Çağla’ya hayat veren Gözde Kocaoğlu ile konuştuk

Gözde’yi ilk gördüğümde 2010 yılında Dot Tiyatro’da sahnelenen Punk Rock oyununda sahnedeydi. Oyunculuk kariyeri, Fatmagül’ün Suçu Ne, Üst Kattaki Terörist, Rüveyda, Hayat Devam Ediyor, Kaybedenler Kulübü, Senin Hikayen, Çekmeköy Underground gibi yapımlarda sürerken tekrar karşımıza Aşk Laftan Anlamaz dizisindeki Çağla karakteri olarak çıktı. Kendisiyle röportaja giderken, insanın hayatında kendi seçemediği şeyler belirleyici oluyor aslında, diye düşünüyordum. Acaba onun hikâyesi neydi?

Durup oyuncu olmasan ne yapardın diye sordum, planlarım arasında soracağım ilk soru bu değildi evet, ama merak işte. “Ben asiste etmeyi çok iyi yapıyorum hayatta, vaktiyle psikolog olmayı çok istedim, kendimi plaza çalışanı olarak hayal etmiş, hayalde bile tekdüzelikten sıkılmıştım. Sanatla ilgilenirdim kesin de oyuncu olmasaydım da yine oyuncu olurdum” diye cevaplıyor soruyu. Abisi Rıza Kocaoğlu’nun Gözde 6 yaşındayken tiyatro kursuna götürdüğü günlerde başlamış hevesi ve Gözde o günden beri hep bunu istemiş, “okuduğum bütün kitapları, okulları oyuncu olmak için yaptım” diye anlatıyor kararlılığını. Kendisini şanslı addeden azınlıktan. Sadece ilkokul yıllığında “Gözde oyuncu olmak istiyor, inşallah ilerde oyuncu olarak görürüz” hayalini gerçekleştirdiği için değil. Ailesinin desteği, abisinin bu hayalin önünü açması hayatın ilk kendisine teslim ettiği şanslardan ama o oynadığı rollerin geniş mi geniş yelpazesini şans sayıyor en çok. “Benim en büyük şansım, tiyatro, sinema ve dizilerde hep çok farklı roller oynamış olmak. Liseli, sorunlu ve ergen bir kızı oynarken, oradan çıkıp dışlanmış bir bireyi, Avustralya’dan gelen bir kız kardeşi, sonra Yedikuleli bir dansözü canlandırırken bir filmde Almancı bir kızı bir diğerinde Azeri birini oynamak. Kendini tekrarlamayan, oyuncaklı, kendimi bulma olanağı sağlayan roller geliyor hep bana. Bu yıl Ağustos böcekleri ve Karıncalar diye bir filmde daha oynadım. Erhan Tuncer’in ilk filmi, Bennu Yıldırımlar, Erdem Akakçe, Gün Koper, Özer Arslan’la birlikte oynuyoruz.”

30 yaş sana ne getirdi diye soruyorum, uzun uzun konuşuyoruz, sonunda şöyle diyor: “30 yaş bana kendini fark etmek adına iyi geldi. Daha çok birey olmamı, Gözde olarak kendimi tanımamı ve sevmemi sağladı. Çözmeyi, kabul etmeyi, çözemiyorsak da saygıyla önünde eğilmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Ne kadar arınmış bir ruha sahip ve sıfır noktasında duruyorsan o kadar yakınlaşıyor rolünle mesafen.” Sadece oyunculuk anlamında değil, hayatın genelgeçer durumları hakkında da beni röportajdan sonra da düşündürüyor Gözde.

Aşk Laftan Anlamaz’da Çağla adında bir asistanı oynuyor Gözde. Gizli komik bir tip, tahminen dizinin ilerideki bölümlerinde komikliğini daha da çok göreceğiz. Gözde, Mavi Ay’daki Topesto’ya benzetiyor Çağla’yı. “Çok disiplinli ve iş manyağı bir kadını oynuyorum. Patronuna aşırı saygılı ama bir şaşkınlığı da var. Güzel başladık, enerjisi çok yüksek, canlı bir iş. Ben inanıyorum güzel olacağına.  Çok şahane bir yönetmenimiz var, Bahadır İnce, genç eğlenceli ekibiz. Ekip olmak, bir işi bütün ekibin sırtlandığını fark etmek çok önemli, bir karınca ordusu gibi dizi ekibi. Tek başına bir çekirdeği tek karınca sırtlayamaz ama bir araya geldiklerinde bir sürü çekirdeği yuvalarına taşırlar.” Aşk Laftan Anlamaz Bi Yapım’ın da ilk işi, Burak Deniz eski arkadaşım, senaryo tarafında ise karakterlerin her birinin bir derinliği var, çok güzel yazılmış her biri, analizleri olan roller, bu açıdan da şanslıyız.”

Tiyatroya karşı daha hevesli olduğuna dair bir önyargım var. Sadece oyunculuk değil, yardımcı yönetmenlik de yaptığından belki. Kabul etmiyor ama tiyatroda oynamadığı zaman nefessiz kaldığını da itiraf ediyor. En çok da tiyatro oyunlarının bir derdi olduğu için. “Neden tiyatro yapıyorum sorusunun cevabını Üst Kattaki Terörist’te almıştım. Birbirimizi anlayabilelim, dinleyebilelim, birbirimizi sevmek zorunda değiliz. Ne kadar değişik insanlar birbirine saygı duyarsa o kadar güzel bir dünya kuracağız. Tiyatro bana bunları düşündürüyor.”

Bir iyimserlik el kitabı

Gündüz Vassaf’ın Ne Yapabilirim / Geleceğe Kartpostallar kitabı, dünyayı değiştirmek adına tarihi ve şimdiyi okurken bakış açımızı genişletmemiz, karamsarlığı bir tarafa nasıl bırakacağımız adına bir rehber gibi.

Gündüz Vassaf’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan Ne Yapabilirim? Geleceğe Kartpostallar kitabı, yazarın 2015 Akademik yılı “Barış Konuşuyor” açılış dersinde ODTÜ’de yaptığı konuşmanın genişletişmiş ve kitaplaştırılmış hali. Kendi geçmişini, Türkiye’ninkiyle, Türkiye’nin tarihini dünya tarihiyle harmanlayarak barışa, barış diline nasıl daha çok alan açabiliriz  sorusunu da soruyor.

Kitabın bölümleri arasında M.K Perker’in leziz illüstrasyonları var. Her biri uzun uzun incelemelik. Vassaf, kitap boyunca romantik değil, eylemsel bir iyimserliği uyandırmanın peşinde. Küresel Gezi Gençliği olarak adlandırdığı yeni kuşağın, sorumluluk alan, seferber olmayı tanıyan, duyarlı, iletişim halinde, hiyerarşiyi reddeden bu yeni kuşağın gözümüzün önünde palazlandığını söylüyor. Ve elimizde olmadan karamsarlığa düştüğümüz bu günlerde barış için, insanlığın makus talihinini değiştirmek adına böyle gelmiş böyle gidercilikten başka ne yapabileceğimizi sorguluyor. Kitabı okuduğum süre içinde aklımda en çok kalan şey ise, karamsarlığa dair söyledikleriydi. “Kötü karşısında kötümserlik, kötüye güç vermek, onu iktidarda tutmak demek. Hiçbir şey yapamayacağım, çaresizliğimi benimsiyorum demek. Kötümserlik, ki gerçekçi olmaktan çok farklı, en etkili propagandadan, beyin yıkamadan güçlü.” Bireysel veya bir avuç insan bile olsanız yapacağınız bir eylemin, yazdığınız bir metnin ya da içinde yer aldığınız bir kampanyanın tarihsel olaylar içerisinde yok olmayacağını, küçük değişikliklerin uzun vadede pek çok başkalaşmaya, değişime etkisinin olacağını hatırlatıyor. “Varsın diyor, varsın medya basın bildirinize yer vermesin, varsın dostlarınız savaştan kaçan mültecilere evlerimizi açma kampanyanızla dalga geçsin. Yeter ki tarihsel perspektif içinde yerimizi bilelim.”

Kitap, “Küresel Gezi gençliği ve ebeveynlerine” notuyla açılıyor. Birkaç sayfa sonra ne demek istediğini anlıyorsunuz. Vassaf, Küresel Gezi gençliği’nin dünyayı değiştireceğine değil, bu değişimin şimdiden başladığını kanıtlarıyla aklımıza sokuyor. Şöyle diyor: “Gençlerin başını çektiği, dünyamızda uğranmadık yer bırakmayacak demokrasi kervanı. Brezilya’da gençlerin “Burası Türkiye” dediği, Türkiye’de Brezilya bayraklarının dalgalandığı dünya vatandaşlığının yolu.Egemen düzen, hareketin bittiğini zannediyor, dünyanın başka bir yerinden sesleri duyuluyor.”

Geleceğe Kartpostallar, dünyanın bundan sonra böyle olmayacağına dair sarsılması güç bir inanç içeriyor. Sadece dünya düzeni veya siyasetten söz etmiyor. Robotların gelişimi, turizm, eğitim, spor, dostluk, cinselliğin, aşkın gelecekte nasıl olabileceğini aslında elimizdeki imkanları ve bu imkanlarla insanın neler yapabileceğini de anlatıyor Vassaf.

Ne Yapabilirim, bir oturuşta okunması zor bir kitap. Ancak, arada bir umutsuzluğa kapıldığınızda tekrar tekrar dönüp okunası. Özellikle böyle bir zamanda, kendinize ne yapabilirim diye sormak için Vassaf’ın bakış açısıyla temas etmenin kıymetli olduğu kesin.