İsmail Güzelsoy’un Doğan Kitap’tan çıkan romanı Gölge bize bir rüya, bir masal anlatıyor.
Gölge’yi bir çırpıda anlatmak zor. Surdibi, Azapkapı, Eminönü, Direklerarası, Zeyrek’te geçen bir rüya bu, rüya mı desem, masal mı emin değilim ancak İsmail Güzelsoy bizi bir rüyanın içine atıyor, o rüyanın içinde rüya gördürüyor. Fenni Sihirler adını verdiği serinin ikinci kitabı Gölge. İlk kitap Değmez’den hatırlayacağınız karakterler de var elbette. İsmail Güzelsoy, “Rüyalar ve gölgeler aynı dili konuşur” diyor. Okudukça anlıyorsunuz ne demek istediğini.
Bir ipin üzerinde yaşayan bir çocuk karşılıyor bizi, ayağı yere değince toprak tutuyor onu, kimisini deniz tutar ya, o misal. Surdibi’nde bir evin bahçesi, yolunu kaybetmiş bir gölge Ab’âb ve Kahkah’la birlikte yaşıyor. Kahkah’a durup durup ben nereden geldim diye soruyor, bu sırrı kitabın son sayfalarına kadar biz de öğrenemiyoruz. Kahkah bahçede hileli zarlar yapıyor, kusursuz hileli zarlar. Hepsini yola fırlatıyor sonra.
Ve bir gün Leylifer geliyor, Leylifer yavru bir maymun. Leylifer’le aslında bizi daha epigrafta tanıştırıyor Güzelsoy, Reşat Ekrem Koçu’dan yaptığı bir alıntıyla, “Maymun fuhşa alet olur” bendinden sonra insanların kendinden geçer ve İstanbul’da devasa bir maymun katliamı olur. İşte Leylifer, o katliamdan kaçmış bir şebek. Kahramanımızın aziz arkadaşı, can yoldaşı, rüya yoldaşı. Bir ip üzerinde büyümüş bir çocukla bir maymunun İstanbul semalarında yürümesine doğru giden, sonra gitgide gizem dozu artan hikâyemiz böyle başlıyor.
Sırlar tek tek çözülüyor ve çözülürken Ab’âb mesela dile geliyor, “Senin acının başkalarını eğlendirdiği bir yer ya da zaman hayal et. Cehennem orasıdır” diyor. Eminönü’nde bir kitapçı çıkageliyor, “Göğe Düşen Hızır’ın Acayip Hikayesi”ni anlatıyor. Sonra “İnsan asla fikrinden daha berrak görmemeli” diyen Kör Aşil’le sonra da ‘dünyayı gölgeleşebilen nesneler olarak gören’ Değil Efendi’nin kendisiyle tanışıyoruz. Yıllar geçiyor ve ismini hâlâ bilmediğimiz kahramanımız ve Leylifer, Zeyrek’te bir konağa yerleşiyor. İşte orada kehanetler, rüyalar, sırlar, yalanlar iç içe girmeye başlıyor. Ortada büyük bir oyun var, biz de o oyunun içine peyderpey giriyoruz. Kehanetler gerçekleşiyor, bir çınar ağacı kan ağlıyor, fareler şehri istila ediyor, bir genç kız mezarından kaçıyor. Her şey gerçeğe, geleceği bilmeye, ölümsüzlüğe, güce, bir kitaba bağlı. Daha fazla anlatmayalım, sırlara siz de böylece vakıf olun.
Güzelsoy, Değmez’i, kelimelerin gücüne, edebiyatın büyüsüne inancını koruyanlar için yazmıştı. Gölge’yi ise tam da böyle bir insan olan Halil Serkan Öz’e ithaf etmiş. Her bir katı tek tek açılan bir baklava gibi Gölge. Elimize verdiği küçük anahtarları yavaş yavaş açıyor, bir tanıştığımızla sayfalar sonra yeniden karşılaşıyoruz. Güzelsoy, Değmez’i yazdıktan hemen sonra ara vermeden başlamış Gölge’ye. “Kendimi bisiklet gibi hissediyorum, hızımı kesersem düşebilirim” demiş. İyi ki hızını kesmemiş de çabucak Gölge’yle tanışmışız. Okuduğunuzda çok şey hissedeceğinize, rüyalarınızın bile değişeceğine şahsen kefilim.
BİR CÜMLE:
“Doğduktan sonra bize pek çok şey öğretildiği gibi pek çok şey de unutturulur. Bize unutturulan ilk şey hayatın eğlenmek için olduğudur.”
“Her insan güzel ihtimallerin evidir.”
“Bazı şeyleri anlamadan da severiz ya. İnsanları mesela… Aşk başka ne ki?
İsmail Güzelsoy
Gölge
Doğan Kitap
296 sayfa