Y kromozomunun sonu görünüyor

Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan Adem’in Laneti Erkeklerin Olmadığı Bir Gelecek, genetikten hiç anlamayan bir okura bile eğlenceli, öğretici bir genetik dersi deneyimi sunuyor.

Adem’in Laneti, kısaca y kromozomunun yapısı ve karakterini anlamanızı sağlayarak başlıyor. Y kromozomunun özelliği, sadece erkekten doğacak oğluna geçmesi ve aynı y kromozomunun nesiller boyunca ilerlemesi. Mitokondriyal DNA yani kadından, doğacak kızlarına geçen mDNA, sakin bir şekilde kadının yumurtalıklarında beklerken, y kromozomu türünü devam ettirmek için daimi olarak savaşçı, açgözlü bir kromozom. Haliyle Adem’in Laneti, y kromozomunun inanılmaz açgözlülüğü ve saldırganlığı.

Ki, dünyanın sonunu getirecek olan da tam da bu. Cinsel seçilim, tavuskuşlarında daha parlak, daha uzun bir kuyruğu seçerken, insan türüne döndüğünüzde, önce güçlü, kuvvetli, yaşayabilecek bir erkeği seçerken, sonrasında güç, statü ve serveti seçmeye başlıyor. Kitaptaki Cengizhan’ın y kromozomlarını okurken hayrete düşmemek imkansız. Tüm Moğol imparatorluğu sınırlarında yaşayan erkeklerde bulunan aynı y kromozomu…

Y kromozomu her zaman ve sadece babadan oğula geçiyor. Kitabın yazarı Brian Sykes, kendi soyadının peşine düşerek en eski atalarının y kromozomunu buluyor. İngiltere için son derece mümkün elbette, aynı atanın y kromozomu, benzer veya aynı soyadlarda ilerliyor. Her şeyin kaydı ve bilgisi var olduğundan peşine düşmesi zor bir iş olmamış. Bir yandan da farklı genetikçilerle birlikte dünyanın farklı ülkelerinde soyadları ve erkek kromozomlarının peşine düşen Sykes, gerçekten ilginç sonuçlara imza atmış. Kolombiya, İzlanda, Karayipler, Vikinglerin soyu gibi çok çarpıcı örneklerle anlatıyor y kromozomunun maceralarını.

Kitabı okurken, timsah, dinozor ve kaplumbağaların doğacak yavrularının cinsiyetini belirleme yöntemlerinden, üremek için erkeklere ihtiyaç duymayan kamçı kuyruklu kertenkelelere kadar bir içine dalınacak birçok alanla karşılaşıyorsunuz. Hem cinsel seçilim konusunda gelişmelerin yanında homoseksüel erkeklerin genlerinde neler olup bitmiş, öğreniyorsunuz. Pek tabii cinsel yönelim konusu yazarın çok da emin olarak anlattığı bir bölüm değil, ancak ikna edici veriler de var.

Genetik biliminin tarih bilimiyle el ele ve yan yana çalışması gerektiğini de sık sık düşünüyor buluyorsunuz kendinizi. Genetik hayret verici bir alan ve önemi aslında yakın bir tarihte fark ediliyor. Örneğin Down sendromunun bir kromozom bozukluğundan kaynaklanıyor olabileceğini öne süren bir göz doktoruymuş ve yıl 1932’ymiş. Kimseyi inandıramamış ve 27 yıl sonra göz doktorunun kendi kendine bulduğu sonuç doğru çıkmış. Kovanda yaşamalarına rağmen ev işlerine yardım etmek için tek bir duyargalarını bile kıpırdatmayan, nektar alışverişine gitmeyen erkek arıları, Bryan Sykes, “erkek insanlardan ne kadar farklı” notuyla anlatıyor. Kitabın bir roman süratinde okunamadığı bir gerçek lakin ağır ağır okuyarak, son derece enteresan bilgilere haiz olabiliyorsunuz.

Gelelim erkeklerin olmadığı bir geleceğe. Y kromozomu savaşmak ve çoğalmak, sınırlarını genişletmek için çabalarken, hücre bölünmesi sırasında mutasyonlarla epey hırpalanıyor. Bu da y kromozomunun ben ben en çok ben diye bağırırken sonunu getirecek olan şey. Bu açgözlülük sürerken Adem’in Laneti, kendini lanetleyecek ve başka bir şekilde üreme yolu seçilmezse, erkeklerin soyu tükenecek. Ne zaman derseniz, biz biliyoruz ama siz kitabı okuyun…

——

“Masum tarım, Adem’in lanetinin öfkeli canavarını zapt eden zincirlerin kilidini açan ve onu dünyaya salan anahtardı” diyor Bryan Sykes, avcı ve toplayıcıları kendilerine yetecek kadar besinle idare eder ve göçebe bir şekilde yaşarken, tarımla yaşamı değişen atalarımız, “burası benim” dedi. İlk çitleri diken, toprağa benim diyenler onlar. Mülkiyet, servet, toprak sahipliği gibi kavramları bulanlar onlar. Yerleşik yaşama geçildiğinde çalışacak insan gerektiği için kadınları sürekli doğurmaya ve eve kapamaya mecbur bırakan da onlar. Haliyle savaşların kapısını açanlar da onlar. Ve sonlarını getirenler de.

“Yerelden küresele çoğu şiddet ve saldırı eleminden haklı olarak erkeklerin sorumlu tutulması bıkkınlık verici bir keder. Ancak ilişki güçlü ve inkar edilemez. Kadınlar nadiren şiddet suçları işler, zorbalaşır ya da bir savaş başlatır.”

“Y kromozomu acıya ve umutsuzluğa kayıtsızdır. Hayatta kal ve çoğal. Önemli olan tek şey budur.”

Her şeye tırnaklarıyla tutunan kadın, Muhterem Nur

Doğan Kitap’tan çıkan, Gülşen İşeri’nin yazdığı Muhterem Nur/Ömrümce Ağladım, Muhterem Nur’un hiç bilmediğimiz yaşam öyküsünü anlatıyor.

Müslüm Gürses’in 33 yıl boyunca hayat arkadaşı, âşık olduğu kadın olarak andığımız Muhterem Nur’un doğduğu günden itibaren, hep ayakta durmaya çalışmasını, yıkılıp yıkılıp yerinden kalkmasını, bitmek tükenmek bilmeyen mücadelesini anlatıyor Gülşen İşeri.

İşeri’nin Müslüm Gürses’le ilgili başladığı araştırması, zamanla Muhterem Nur’un öyküsünü dinledikçe Muhterem Nur’la ilgili bir araştırmaya evrilmiş. Başta Muhterem Nur’u anlatması için ikna etmeye çok uğraşmış, uzunca susmuş Muhterem Nur, ancak pes etmemiş ve sonunda Muhterem Nur anlatmaya başlamış. Günlerce mezarlıkta, evde, konuşmuşlar, konuşmuşlar… Bir gün Muhterem Nur’da kaldığı günlerin birinde sabaha kadar sohbet etmişler. Sonunda Nur dönüp, “Benim hikâyemi kitap yapar mısın” diye sormuş ve eklemiş: “Çok düşündüm, ölüp gideceğim, yaşadıklarımı, çektiğim acıları, bitmeyen sızımı paylaşmak istiyorum. Çok şey yazıldı hakkımda ama çoğu yalan, artık gerçekler bilinsin.”

Kitabın adına yaraşır bir hikaye Muhterem Nur’unki, hem de daha doğduğu günden itibaren. Yer yer etinizin çekildiği oluyor okurken. Sırbistan’da lisede okuyan annesi Şira’nın âşık olduğu öğretmeninden hamile kalıyor. Sert bir adam olan dedesi bebeği istemiyor, istemediği gibi öz kızını da şarap mahzenine kapatıp ne yemek ne de su veriyor. İşte Olga, yani Muhterem o mahzende doğuyor. Sonrası hep yoksulluk, acı. Türkiye’te kaçak olarak getiriliyor ve annesi olarak teyzesini biliyor. Henüz 12 yaşında tecavüze uğruyor. Lastik fabrikasında çalışıyor, teyzesini döven, alkolik eniştesine para yetiştirmeye çalışıyor. Şansı, komşularının kendisini bir gün İstiklal Caddesi’ne götürmesiyle dönüyor. Unutulmaz, masum yüzü onun kaderini değiştiriyor. İsminin Muhterem Kısa’dan Muhterem Nur’a dönüşümü Münir Hayri Egeli’nin elinden oluyor. Nur soyadı uğurlu geliyor ona, akabinde Boş Beşik’te başrol oynuyor. Sonrası düğümü çözülmüş bir ip gibi ilerliyor. Lastik fabrikasında işçiliği de, oyunculuğu da, dansçılığı da, şarkıcılığı da bir tutkuyla sahipleniyor, öğreniyor. Ne yapıyorsa hakkıyla yapıyor, direniyor, tırnaklarını geçiriyor her şeye. Müslüm Gürses’le tanışana kadar hep mücadele, haksızlıkla geçiyor yaşamı. Ve ilk kez birine âşık oluyor, Müslüm Gürses’in tokadına da maruz kalıyor, kaprislerine de. Yılmıyor. Bir aşk uğruna harp etmek nasıl olurmuş, öğretiyor.

Müslüm Gürses’in türkücü olmak için inat ettiği günlerde Muhterem Nur’un filmlerini izlermiş. Onun hep ağlayan, hep acı çeken kadınları oynadığı filmlerini hayranlıkla izlermiş Müslüm Gürses. Tanışmaları Muhterem Nur’un şarkıcılık dönemine denk geliyor. Aşk yaşamalarının kader olduğuna bir şekilde inanıyorsunuz.

Muhterem Nur’un hayatını yazınca arka planda Türkiye Sineması’nın ve siyasetinin 50’lerden itibaren bir panoramasını da aktarmış Gülşen İşeri. Elbette bir yerden sonra Müslüm Gürses’in yaşam öyküsü de giriyor devreye. Çocukluğu, Adana’ya gidişleri, nasıl affettiğine asla inanamadığınız babası, keşfedilişi, başına gelen kaza, Müslüm Baba oluşunu da anlatıyor yazar. Yakın zamana da değiniyor elbette. Müslüm Gürses’in son zamanlarını, düetleri, reklam filmlerini de anmadan geçmiyor.

Ömrümce Ağladım, hafıza tazeleyen, dönüp dönüp ‘aa öyle miymiş’ diye internet karıştırtan bir yaşam öyküsü. Acıklı evet, hüzünlü evet. Ama hayata sahip çıkan, kendi hayatını kendi kazanan, en sonunda da dönüp birbirlerini kazanan iki insanın öyküsünü okumak oldukça anlamlı.

Mucizelere inananlara öyküler

Çınar Yayınları’ndan çıkan Elif Türkölmez’in ilk kitabı Anne Kız, Harikasın insanı çok sevdiği bir tanıdıkla karşılaşmış gibi, yıllardır yemediği anneanne yemeğini bulmuş gibi mutlu ediyor.

Elif Türkölmez’le tanıştığımızda bir okulun bahçesinin iki yanında kahve içiyorduk. Birimiz Radikal, birimiz Cumhuriyet’te çalışıyoruz o vakit, gıyaben tanışıyoruz da, tanışmıyoruz. İlk çakmak, kahve, sohbet, okul amfisinde sıra paylaşmamız 2008 yılına denk gelir. Sonra çok zamanlar geçti, bar tuvaletlerinde saklı gizli sigara içtik, konserlere gittik, sokaklarda yürüdük, parkta oturduk, gece yatılara kaldık. Elif benim arkadaşım. Ve insan bazı insanların arkadaşı olmasından çok gurur duyuyor. İlk kitabı Anne Kız, Harikasın’ı da böyle okudum. Çok yazısını okumaktan mı, tanımaktan mı bilmem, ama onun gündelik zarafetinin, maharetli ellerinin, biraz fasulye biraz kabakla mükellef bir sofra kurmasının, hediye ediverdiği rujların hatırası her satırın arasında göründü bana.

Çınar Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı Anne Kız, Harikasın’daki 18 öykünün adları da, kendileri de nevi şahsına münhasır. Söt, P.J. Harvey’nin İnekleri, Kendine ait bir para çantası gibi akıldan çıkması zor isimleri var öykülerin. Okurken sık sık gözlerim doldu, sık sık gülümsedim, yarattığı kahramanlarını tanıyor gibi hissettim, onlarla birlikte hamsi kızartması özledim, mantı kaşıkladım, balkonlarda oturdum. Elif’le Kadıköy’de buluştuk. Ben ona yeni çıkan sarı laleler götürdüm, o bana kırmızı ruj. Oturduk, Anne Kız, Harikasın’ı hem kutladık hem konuştuk.

IMG_2105

“Ben mucizelere inananlar mutlaka okumalı derdim kitabını, sen kimler okusa mutlu olurdun”, diye sordum, “Ben en çok, derdi efkarı kimsenin umrunda olmayan, kendisini unutulmuş hisseden, yalnız sanan, kulağa hoş gelen tüm müzikleri dinleyen, küçük bir kasabada postacılık yapan ya da tuhafiye işleten ve mesela tuhafiye dükkanında Sabahat Akkiraz’dan Değme Felek’i dinlerken kendi kendine gözleri dolan insanların okumasını isterim” dedi ve ekledi: “Ben de kendimi yalnız hissettiğim zamanlarda yazdım bu öyküleri.” Kadeh kaldırdık sonra.

Anne kız, Harikasın’ı okurken kahramanlar bol bol yoğurtlu makarna, hamsi, balık ekmek yiyor.

Tanıyanlar bilirler, tanışacakların da bilmesinde mahsur yok, Elif vegandır, vegan ve leziz yemekler pişirir, bir sürü insanın karnını doyurur. Kitaptaki hiçbir karakter vegan değil, ister istemez soruyorum. “Ben hayatımı kimsenin, hiçbir canlının sırtına basmadan yaşamaya çalışıyorum. Veganlık meselesi ile ilgili diyeceğim bu. Bu kitabı yazarken hiçbir canlıya zarar verilmemiştir. Elma yedim. Ekmek kızarttım. Kahve kaynattım” diyor.

Çocukların çocuk kalmış kalplerini alıp karşımıza koyuveriyor Elif. Hayatın küçük anlarında asılı kalan düşüncelerinizi buluyorsunuz, “Bu ülkede çocuklar evden gittikten sonra yanmayan kaç kalorifer peteği vardır acaba” cümlesi üzerine kalkıp bir çay koyuyorsunuz. Çocukların kazandığı, mucizelerin gerçek olduğu, hüzünlü ve içten öyküler bunlar.

Senin yazdığını kırk metreden anlardım bu kitabı dedim, belki Radikal’deki köşende yazdığın öykülere benzettim, belki de seni tanıdığımdan, bilmiyorum. “Öyle bir şey varsa sevinirim, belirli temaları yazma tutarlılığı çünkü sanırım, yazarlar meclisinde bir küçük minder kapma ihtimali varsa eğer, o ihtimali arttırır gibi geliyor bana. Elif de şöyle yazar denmesi gururumu okşar. Sait Faik şöyle yazar, Carver şöyle… Dizlerim titriyor bu örnekleri verirken de anlaşılırım umarım.”

İnsanın karnı acıkıyor, gözleri doluyor, olacağına ihtimal vermediği güzel şeylerin olacağına inanıyor insan Anne Kız, Harikasın’ı okurken. Yıllardır görmeyip de görünce kocaman sarıldığınız eski dostunuzu görmüş gibi, altın günlerinde masanın altında oturuyor gibi hissedeceksiniz.

15792665-b7e0-4a01-943a-7ee06213a930

Kul: Bir yalnızlığı öğreniş hikayesi

Can Yayınları’ndan çıkan Seray Şahiner’in Kul adını verdiği romanı apartmanda merdivenleri silmekle geçinen Mercan’ın, gün gelip de kocası evi terk ettikten sonra tek başına geçirdiği günlerini, Samatya’nın kentsel dönüşümle yıkılacak binalarının merdivenlerini de katarak anlatıyor.

Seray Şahiner, Can Yayınları’ndan çıkan Kul romanında apartmanda yaşayan insanların yerine başkası gelse fark etmeyeceği bir kadının yaşamının değişimini, kocasının evi terk edişinden, itibaren anlatmaya başlıyor. Mahallelerdeki gri taşlı apartmanların yıkılıp parlak camlı konaklara yerini bırakırken yaşadığı değişimle, kocasız kalan bir kadının hayatındaki değişimi aynı satırlarda izliyoruz Kul’u okurken.

Daire başı 12 liraya apartmanları silerek geçinen ve hatta kocasını da geçindiren Mercan’la yani Mercan Hanııım’la ilk sayfalarda tanıştırıyor bizi Şahiner, Mercan Hanım, kendisine Mercan Hanım denmesinden hiç hazzetmez diyerek, birine hanım diye hitap etmeyi sıcak çaydanlığın kulbunu bezle tutmaya benzeterek… Mercan Samatya’da kendi oturduğu apartmanın dışındaki apartmanların merdivenlerini siliyor.  Kendi apartmanında çalışmama sebebi de, başkasının ekmeğiyle oynamamak elbet. Hem evi geçindiren, hem kocasına bakan Mercan bir gün kocasına gidersen git diyor, aslında öylesine diyor da, kocası gidiyor. Mercan umutla bekliyor. Mercan eskiden çocuğu olsun diye gezdiği cemevlerinde dileklerini güncellemek zorunda kalıyor, çocuk için kocası da lazım, öyle ya.

Mercan yalnız yaşamayı öğrenecek mi, kocası dönecek mi, hep hayal ettiği oğlu Haydar doğabilecek mi, merak ederken, Mercan’la birlikte Samatya’da dolaşıyor, Sümbül Efendi Cami’nde Çiftesultanlar’a dua ediyor, Aya Yorgi Kilisesi’nde mum yakıyor, oradan Ayın biri Kilisesi’nden anahtar alıyor, Japon Pazarı’nda 12 kişilik yemek takımı görünce 12 imamları düşünüyoruz.

Seray Şahiner’in Antabus’unu okuyanlarınız hatırlar, Leyla Taşçı’nın evindeki televizyon sesini. Mercan da kocası olmadan nasıl Mercan olunur, onu öğrenmeye çalışıyor, bu sefer televizyonla ahbaplık ediyor. İki ekmek beş yumurta almaya gitmese de can yoldaşı televizyon Mercan’ın. Hatta bu kez gazeteler, gazetelerin ekleri de katılıyor sohbete. “Evet, artık kendinize ayıracak zamanınız yok. Kişisel bakım, kuaför uzak bir anı… Alışacaksınız…” diyerek. Özellikle Mercan Cemevi’nde bir kadının kırkı duasında yemek yerken, kocası gittiğinden beri ilk kez tek başına yemek yememiş olduğunu fark ettiği ve Samatya’da tek başına bira içtiği bölümler Şahiner’in kendine has tam üzülecekken güldüren mizahının da nişanesi. Mercan evi geçindirip, kocasına da bakarken, yani aslında kendi ayakları üzerinde duran bir kadınken, bunu hiç aklına getirmemiş bile. Ta ki kocasının gitmesiyle amaçsız, tek başına kalıp, ilk kez kendiyle yaşamayı öğrenmeye başlayıncaya kadar.

Apartman önlerinde artık köpüklü sular yok, çocukken çıktığımız ilk ağaç kesildi, silinen apartman merdivenleri mis gibi kokmuyor, her yer konak, her yer panorama evleri. Huzur Apartmanı yok, Mutlu Apartmanı, Işık Apartmanı da yok. Komşuluk yok, yalnızlık var. Mercan Hanımlar artık yolda yürümeyecek, birbirini camdan tanıyamayacak. Kul, Mercan Hanım’ın yalnızlığa ve tek başına yatmaya kafa tutmasını anlatırken, bunları da düşündürüyor insana.

kul-1200x1870 copy

Kitaptan:

Dünyanın geri kalanı Mercan’a, dönüp kocasına anlatmak için lazımdı. Dile dökülmeyince ne gözün gördüğü ne kulağın işittiği… Hiçbirinin tadı yoktu.

Cemevi binasına girip çıkan kalabalığa baktı Mercan, bir kadının kırkı için can aşı varmış. Ölülere bile bunca eş dost veren Allahım, beni sağken bu dünyada bir başıma bırakma.

Allah’ın da başka derdi yok, Mercan’ın ipsiz kocasıyla mı uğraşacaktı? Hayır, Allah’tan vazgeçemezdi Mercan. Bir hatası günahı varsa, Allah Mercan’ı affetsindi, zira Mercan Allah’ı affetmişti. Mercan Allah’ı, olduğu gibi kabul etmişti. 

geçen gün ömürdendir

bırakın herkes ne kadar küçük şeylerle mutlu olabiliyorsa olsun, her şeyden de kılçık çıkmayıversin. kervan yolda düzülür. insanlarla konuşun, muhatabı bilmediği sürece derdiniz ve içinizde kalan kelimeler sizi kanser eder, söyleyin gitsin, bırakın yorgo düşünsün.

ahmet sizi işi düşünce arasın, mehmet seni rüyamda gördüm nasılsın desin. nilüfer bende bilmem neyin kalmış, kargolayacağım diye adresini istesin, sinem sarhoşken mesaj atsın. varsın öyle olsun, incisi dökülen oldu mu bundan?

bi tane çiçek alın, nergisin iki demeti pazarlık ederseniz 20 lira. çiçek alan insanın suratını görmek paha biçilemez. üstelik çiçeği götürene kadar koklama hakkı da içinde. olmadı üç dakikanızı ayırıp arayın. insanlara küsmeyin, arkasından konuşmayın. kavga etmek susmaktan evladır.

özür dilemeyi beceremiyorsunuz madem, özür dileyecek şeyler yapmayın, kabalık etmeyin, insanları cevapsız bırakmayın. eğer kimsenin hatasını tolere edesiniz yoksa etmeyin, ama affedebiliyorsanız affedin gitsin.

birini aramak istiyorsanız arayın, seviyorum diyecekseniz deyiverin, hem ne demiş sezen aksu kibir bir canavar gibi pusuda bekler, mütevazı değilseniz öyleymiş gibi yapmayın, kibir fosforludur, görünür.

ruhunuzu tarttıklarında tartıda ağır çıkmasın, siz gerekirse tartıda ağır çıkın. ben mesela güvenmediğim insanın fasulyesini yemem çünkü içinden kılçık çıkabilir. mantı yiyin sarmısaklı. mantı insana aniden neşe verir.

bana da içinizden sana mı düştü diyorsanız da deyin. herkes canı nasıl biliyorsa öyle yapsın.

geçen gün ömürdendir demişler, yarın kafamıza saksı düştüğünde, araba çarptığında falan gözümüzün önünden film şeridi gibi geçecekse bari izlerken eğlenelim.

(görsel, grace and frankie dizisinden. bir şeylere geç kalmamak, geç kalmış olsan da değişmek, konuşmak, anlaşmak, anlatmak, mutlu olmak, arkadaşlık, aşk, dürüstlük, hayat üzerine çok düşündürdü ve çok eğlendirdi beni.)

grace-and-frankie-1

Uykuya iade-i itibar vakti

screen-shot-2017-01-27-at-191535-1485533856Başarının, yeteneğin, zekanın, üretkenliğin gizli simgelerinden, daha doğrusu simgelerindendi az uykuyla yetinmek. Akıllı telefonumuz bizi her daim çevrimiçi ve her daim ulaşılabilir hale getirdi. Ofisi yatağımıza taşıdık, o mail’e hep tam vaktinde cevap verdik. Rekabet dolu iş ortamı, kendimizi, yaratıcılığımızı ortaya koyma ihtiyacı, kendimizi işe vakfetme ve bunu gösterme arzumuz bizi giderek daha da içine çeken bir kara delik gibiydi.

Tüm bunlar için en kolay çözüm gibi görünen ise, uykuyu feda etmekti. Yani en çöpe atılmayacak mücevhere değersiz diye sırtımızı döndük. Ancak şimdi, köklere, doğal ve organik olana, iyi olana, geleneklere yüzümüzü dönerken, annelerin sesine de dönme vaktimiz geldi. “Erken yat da vücudun dinlensin, az uyuyorsun, sonra güçsüz düşüyorsun, sınavda kafan çalışmıyor.” Anneler dünyanın her yerinde haklı ve dünyanın her yerinde uyku konusunda işler tersine dönüyor. Evet, yeni it konumuz, uyku. Artık gece hiç uyuyamayanların değil, iyi uyuyan, kendine bakanların övünme zamanı geldi. Devir, uyku devriminin devri.

Gece baş ucunuza koyduğunuz telefonunuzun sağlık uygulamalarındaki alt başlıklardan biri artık uyku. Ortalama kaç saat uyuduğunuzu, iyi uyuyup uyuyamadığınızı merak ediyorsunuz. İşe ya da eve giderken bindiğiniz metrodaki ekranlarda iyi bir uyku için neler yapmanız gerektiği video’ları dönüyor. Normalde sadece uzun uçuşlarda karşılaştığınız uyku maskeleri artık satın alınabiliyor, yatakta ne giydiğimize önem veriyoruz. Arkadaşlarımıza yeni aldığınız yatakta ne kadar rahat ettiğimizi anlatıyoruz. Sabaha kadar oturmak, üç saat uyumakla caka satılmıyor. İyi beslenmek, iyi yaşamak kadar iyi uyumanın da sigara içmemek veya rafine şeker tüketmemek kadar önemli olduğunu bilmek yeni bragging nesnemiz.

4129Grey’in CEO’su Alemşah Öztürk uykuyu keşfetmesini ve hayatının değişmesini anlatıyor:

Artık algım çok daha açık

“Yaklaşık 19 yaşında çalışmaya başladım. 21 yaşında ilk ajansımı kurdum ve sonraki yıllarda ortalama üç saat uyudum. Yapmam gereken çok iş vardı. 20’li yaşlarda uykusuzluk bir problem gibi gelmiyor, mental veya fiziksel sağlığını çok etkilemiyor. Ne zaman ki 30 yaşımı geçtim, işte o zaman işler değişti. O enerjiyi biriktirmek istiyorsun, algı, odaklanma gibi konular hayatına girmeye başlıyor, sorumlulukların, önemsediğin konular artıyor. Bunları hissetmeme rağmen yine en fazla 4-5 saat uyuyordum.

Ne olduysa bundan tam dört yıl önce SXSW’da izlediğim bir sunumda oldu. Ortalama 7 saatten az uyursan zekan, bilişsel algının düştüğüne dair bir sunum dinledim. Daha sonra sunumu yapan Dave Asprey’le de konuştum ve alışkanlıklarımı değiştirmeye karar verdim.

Geldik esas konuya. Ben çok meraklı bir adamım, bir sürü kitap okuyorum, dizi seyrediyorum, oyun oynuyorum, işim zaten internetle, sürekli internetteyim, çocuklarım, eşim, arkadaşlarım… Hem uyumam lazım, vücudumun ve beynimin buna ihtiyacı olduğunu artık hissetmeye başlamışım. Ancak yapacak çok şey var! Zamanı nasıl yönetirim diye düşünmeye başladım. Önce ideal uyku süremi buldum. Tam altı buçuk saat. Her gün mutlaka altı buçuk saat uyumaya başladım, iyi uyuduğunuz zaman her şeye gücünüz yettiği için her şeye zaman da bulabiliyorsunuz. Artık algım çok daha açık. Bu bir gecede değişmedi tabii, bunu birkaç haftadan sonra düzenli hale getirdikten sonra fark etmeye başladım. Güne başlarken en yüksek seviyede olan o dikkat ve motivasyonu bir enerji birimi gibi düşünün. Ne kadar uyursanız o birim yükseliyor ve gün boyunca da devam ediyor. Odayı toplayayım diye düşünmüyorsunuz, kalkıp odayı topluyorsunuz, hızlanıyorsunuz, toplam bir performans artışı oluyor. Daha kolay odaklanabildiğiniz için, iç seslerinizi, kararlarınızı daha hızlı harekete geçirdiğiniz için toplam yaşam kalitesi artıyor. Bir de daha mutlu oluyorsunuz. Daha az depresif, daha az huzursuz. İyi hissediyorsunuz, olaylara bakış açınız doğal olarak pozitif oluyor. Ve evet, uykuya, sağlığa daha çok önem vereceğimiz günler geliyor. Artık toplum bilinçlenmeye başladı. Bunlar da o bilincin, aslında bir tür marketing projesinin bir parçası. Pilates, yoga, koşu, sağlıklı beslenme, sağlıklı yaşam pompalanıyor artık, iyi uyku da bunun bir parçası. ”

Uyku yetmezliği yaşıyoruz

Konu uykudan açılınca Amerikan Hastanesi Uyku Bozuklukları Ünitesi kurucu direktörü Dr. Sabri Derman’ın kapısını muhakkak çalmak gerekiyor elbette. Bize uyku ve uyku bozukluklarıyla ilgili çok kıymetli bilgiler veriyor Derman ve en başta, “Geç bile kaldık uykuya önem vermekte, uyku üzerine konuşmakta” diyor.

“Uygarlığımız arttıkça insanların kendi uyku uyanıklık ritmlerini kendi biyolojilerine göre yaşama imkanları ortadan kalktı. Örneğin ‘Günde sekiz saat uyumak şarttır’ önermesi, İngilizlerin Sanayi Devrimi sırasında uydurdukları bir palavradır. Çünkü şöyle demek isterler, ‘8 saat eve gidin uyuyun, sonra kalkın gelin 8-12 saat çalışın.’ Her insanın uyku gereksinimi farklıdır halbuki.  Genetiğiniz ve çocukluktan beri yetişme tarzınız içinizdeki saati ayarlar. Kimisi 6 saat, kimisi 11 saat uyursa dinlenmiş kalkar. 

Uyku, o gün içinde yüklenen bilgilerin, o gece kalıcı belleğe geçirilmesi, önemli olanların işaretlenmesi, gereksiz olanların çöp sepetine atılması işlerini yapıyor. Ve uykudan feragat etmek aslında beynimizi epey zorlamak demek. Uykusuzluk, insanlara yorgunluk, isteksizlik, çabuk sinirlenme, gayesizlik, hedefsizlik gibi şekillerde dönüyor. Az uyumak ve bununla övünmek mi? Derman’a göre bu, gaflet, dalalet, hatta kendini bilmezlik… “Uykusu bozuk insan önce mutsuz, sonra sinirli, sonra kalp hastası, irrite olan, irrite edici bir insan olur” diyor Derman ve ekliyor: “İstanbul’da insanların yüzde 90’ı yaşadıkları yerle çalıştıkları yer arasında en az bir vasıtayla gidip geliyorlar. Yani her gün iş başı yapmadan en az bir iki saat önce İstanbul trafiğindeler. Bu durum doğal ve genel bir uykusuzluğa neden oluyor. Aynı uykusuz insanlar akşam katlanmış bir şekilde stresli çıkıyorlar işten. Bunun ilk belirtisi sinirlenmektir, kavgadır, küfürdür.” 

Bölük pörçük uyumak, az uyumak, uykuyu uzun süreler ihmal etmenin insanlara ciddi zararı var. “Çalışma hayatında, iş performansında ciddi problemlere neden olur, imla hataları, ufak tefek yanlışlar olarak geri döner çalışanlara. Ancak uçak, otobüs gibi pilot ve şoförlerin az uyuduğu yerlerde, ölümcül kazalar olarak döner bize. İnsanın yaptığı işle biyolojik yapısının birbirine uygun olması önemli bir şey. 10 saat uykuyla dinlenen birine nükleer tesiste iş veremezsiniz.”

“İnsanların tatilde, veya iki üç gün müsait oldukları bir zamanda, uykularının ne zaman geldiğini ve dinlenmiş olarak ne zaman uyandıklarının farkındalığını geliştirmeleri ve buna göre uyumaları lazım. Uyku yetmezliği var çağımızda. İlk feda edilen şey uyku, son feda edilecek şey olmasına rağmen…”

Yatakta tek başımıza değiliz

Orta Doğu Teknik Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Emre Selçuk, Ağustos ayında yayımlanan romantik ilişkilerin günlük hayatta kaygı seviyesine ve uyku kalitesine etkisiyle ilgili araştırmanın yazarı ve sözcüsü. ODTÜ, Bilkent Üniversitesi, Cornell Üniversitesi, Wayne State Üniversitesi, Penn State Üniversitesi işbirliğiyle 800 kişiyle görüşülerek yapılan araştırmadan çıkan sonuçlar ise hem beklediğiniz gibi, hem de enteresan.

“Biz stresin uyku üzerindeki olumsuz etkisini insanın ilişkisinin kalitesi azaltabilir mi sorusuyla yola çıktık. Stres ve kaygıyı sıfıra indirgeyemezsiniz, ancak ilişkide olduğunuz insanların sizi anladığını, dertlerinize ortak olduğunu, sıkıntılarınızı çözmeye çalıştığını bilmek vücut üzerindeki etkisini azaltan faktörlerden biri.”

Araştırmanın sonucunda ortaya çıkan sonuç ise şu şekilde olmuş: Eğer eşinizin duyarlı bir insan olduğunu düşünüyorsanız, günlük hayatta daha az kaygı hissediyorsunuz ve uyku kalitesi artıyor. Yatakta yalnız uyuduklarında daha uzun süre, kesintisiz uyuyorlar ama daha az dinlenmiş hissediyorlar, eşle daha çok uykuları bölünüyor ama daha dinlenmiş hissediyorlar.

Uyku ve sosyal ilişkiler alanında çalışan birini bulmuşken sormadan edemiyorum elbette, neden birlikte uyuyoruz? Selçuk şöyle cevaplıyor sorumu: “Homo Sapiens’in binlerce yıl önce bulduğu bir adaptasyon birlikte uyumak. Dışarıdan gelen tehdit, tehlike, kaygıya karşı en savunmasız olduğumuz aktiviteyi birlikte yapalım, hep beraber uyuyalım. Birlikte uyumanın uyku süresi dışında öznel psikolojik faydası da var. Siz istediğiniz kadar stresle başa çıkabilen, kaya gibi bir insan olun, yine de strese tepkinizi azaltan, sizi rahatlatan şey, sosyal ilişkiler.”

UYKU DEVRİMİ

Huffington Post’un kurucusu Arianna Huffington, medya imparatorluğunu yönetmenin yanında konferanslar, konuşmalar, iki çocuk annesi bir kadın olarak işleri yetiştirmek için akla gelen ilk şeyi yapıyordu. Uykudan feragat etmek. Günde sadece üç saat uyuyor, gün boyu kafein yüklemesiyle, oradan oraya koşturuyordu. Ve bir gün, uyandığında bir elmacık kemiği kırık bir şekilde yerde, kanlar içinde yatıyordu. Doktorun sorduğu kaç saat uyuyorsunuz sorusu bir dönüm noktası oldu. Burnout, yani bize aşina olan tabirle tükenmişlik sendromuna yakalanmıştı.

Ve Huffington’ın kendini uykuya ve uykunun önemini anlatmaya adaması işte böyle başladı. Sleep Revolution (Uyku Devrimi) adındaki kitabını geçen yıl yazan Huffington, artık günde en az yedi saat uyuyor. Ve şöyle diyor. “Uyku yetmezliği yeni sigara.” Bir zamanlar sigaraya atfedilen kadınsılık, erkeksilik, karizmanın aslında bizi öldürdüğünü fark ettik. Şimdi uyku için uyanma vakti.”

İş hayatında başarılı olmak adına uykumuzdan vazgeçmenin bedelinin tükenmişlik olduğunu kabul ediyor artık ve bunu savunuyor. “Performans için az uyuyoruz ancak uykudan daha iyi bir performans arttırıcı yok” diyor. Kitabı için araştırma yaparken az uyumanın yol açtığı algı bozukluğunun kanda yüzde 0.05 oranında alkol olmasıyla aynı etkiye sahip olduğu bilgisi kendisini en çok şaşırtan şeylerden biri olmuş. Politik liderler, yöneticiler az uyumakla övünürken, ne kadar sarhoş olduklarıyla övünüyor yani, bir bakıma…

Huffington’ın her gece uyguladığı özel bir rutini var. Yatmadan önceki ilk yarım saat bütün dijital cihazlarını kapatmakla başlıyor. Sonra sıcak bir banyo yapıyor. Banyodan sonra eskiden olduğu gibi spor kıyafetlerini giymek yerine, uyumak için özel aldığı pijamalarını giyiyor ve yatağa giriyor. İşle kesinlikle ilgisi olmayan kitaplar okuyor, şiirler, romanlar veya felsefe kitapları. En sonunda da, o güne dair şükrettiği şeyleri yazarak günü kapatıyor. “Günü pozitif hislerle kapamak iyi bir uykunun olmazsa olmazlarından” diyor.

Arianna Huffington, az uyumanın yeni sigara olduğunu söylüyor. Vaktiyle sigara içmenin kötü bir şey olduğunu bilmeyen ve anladıktan sonra savaş açan nesil gibi, bizim de kıymetli sandığımız az uyumaya savaş açacağımız günlerin haberini veriyor bize.

KUTU

Uyku yetmezliğinin zararları

Az uyumanın aklınıza bile gelmeyecek zararları var. Örneğin olaylara verdiğiniz duygusal tepkiler bile uykuya bağlı. Uykudan mahrum kaldığımızda, beynimiz duygularımızı kontrol etmekte yetersiz kalıyor. Bağışıklık sistemine müthiş zararı var, eğer sık hasta oluyorsanız ne kadar uyuduğunuzu bir gözden geçirmekte fayda var. Algı açıklığınız, yaratıcılığınız, dikkatiniz, pozitif düşünmeniz, iyi uyumanıza bağlı. Pek çok dikkat gerektiren deneyde az uyuyan grup hafıza ve dikkat konusunda sınıfta kalıyor. Yüksek tansiyon ve kilo almakla da uyku arasında pozitif korelasyon var. Az uyuyan insanlar yılda ortalama bir kilo alıyor.

Ve biraz ürkütücü bir bilgi daha. Sorguda mahkumu zayıf düşürmek ve işkence yöntemi olarak da kullanılmış uyku. Tarih boyunca pek çok zaman çeşitli ajanlar veya polis, askerler, mahkumların uyumasına izin vermeyerek gardlarını düşürüyor, bu şekilde ağzından laf almaya çalışıyorlarmış. Ve bazan sadece işkence yapmak için saatlerce, günlerce gözlerini kapatmasına bile izin verilmezmiş mahkumların.

Kısacık bir bilgi daha: 2015 yılında kadınlar arasında uyku ve seksle bağı ölçümleyen bir araştırmada, uykuya eklenen her bir saatin, seksüel aktivitede yüzde 14’lük bir artış olarak geri döndüğü anlaşılmış. Daha çok uyku, daha çok seks demek…

İYİ BİR UYKU İÇİN BEŞ ÖNERİ

Vücudunuz uykuya hazırlanırken sizin de boş durmamanız lazım…  Uyumadan önce yapmayı alışkanlık haline getirdiğiniz bir ritüeliniz olursa, bunun günlük hayatınıza faydasını siz de izleyeceksiniz.

  1. Uyumadan önce kendinize ayırdığınız, rahat geçireceğiniz en az bir saatiniz olmalı. Bu bir saatte kitap okuyabilir, sevdiğiniz bir şeyi izleyebilir, meditasyon veya ibadet, sizi ne rahatlatıyorsa onu yapabilirsiniz.
  2. Uykudan önce vücuttaki stres hormonu kortizol azalmaya başlıyor. Vücudunuzu tetikte bırakmamalısınız. Bu yüzden ofisinizi yatağa getirmekten vazgeçin. Haber okumayı ve işle ilgilenmeyi bırakın. 
  3. Yattığınız odayı loş tutun.
  4. Uyumak için giydiğiniz özel giysileriniz olsun. Gün içinde veya sporda giydiklerinizle yatağa girmeyin. Dediğimiz gibi, bir ritüelin bir parçası olun, giysiniz de buna uyum sağlasın.
  5. Uykuya zaman ayırın, hile yapmayın… Kahve içmeyi yatmadan iki saat önce bıraktığınıza emin olun. 

EN İYİ BEŞ UYKU UYGULAMASI

  1. Sleep Cycle

Derin ve hafif uykuda olduğunuzu ayırt edebilen Sleep Cycle uygulaması, hem uykunuzu izleyebileceğiniz hem de sizi uykunuzun en hafif yerindeyken uyandıran bir uygulama. Bu şekilde derin uykudayken ani bir sesle uyanmamış, güne stressiz başlamış oluyorsunuz.

2. Bedtime

iPhone kullananlar saat uygulamasının içinde bulabilecekleri Bedtime, sizin ortalama uyku saatinizi, yatıp kalkma zamanlarınızı soruyor ve daha sonra size uyuma zamanınızın geldiğini hatırlatıyor ve alarmlar kadar bando zilleriyle sizi bir anda uyandırmak yerine daha sakin bir şekilde ses çıkarıyor.

3. Sleep Better

Sleepbetter, uykuya dair biraz daha fazla şeyle ilgilenen bir uyku uygulaması. Size o gün spor yaptınız mı, geç yemek yediniz mi, kendi yatağınızda değil misiniz, alkollü müsünüz, çok mu kahve içtiniz seçeneklerini de soruyor. Buna göre de iyi uyuyup uyumadığınızı öğrenebiliyorsunuz. Rüya notları da ekleyebiliyorsunuz…

4. SleepBot

Sleep Bot, Sleep Cycle’a kısmen benziyor, yine uyku kalitenizi ölçüyor, sabah size bildiriyor, sizi uykunuz hafifken uyandırıyor, ancak bir artısı var. Tabii bunu ister misiniz emin değiliz ama uyurken sesinizi kaydedebiliyor.

5. Sleep As

Bu uygulama da Android telefon kullananlar için. Yine uykunuzun kalitesini ölçüyor ancak sabah sizi uyandırması için doğadan sesler seçebiliyorsunuz. Ve en önemli artısı ise, gerçekten uyanıp uyanmadığınızı anlamak için size küçük bulmacalar çözdürüyor.

İyi bir yatak, iyi bir uyku

Sabri Derman, iyi bir yatağın hayatta yapacağınız en iyi yatırım olduğunu söylüyor. “Ömrünüzün üçte biri yatakta geçiyor. Uykunuzun kalitesini yattığınız düzey, uyku kaliteniz de yaşam kalitenizi belirliyor” diyor. Biz de bunun üzerine Yataş’ın Yatak & Baza & Başlık Ürün Yöneticisi Can Arıkan’dan yatak ve uykuyla ilgili bilgi aldık. Öncelikle, eğer yattığımız yatak vücuda uyum sağlıyorsa, omurganın doğal eğriliğini koruyorsa, sabah uyandığımızda dinç ve uykumuzu almış hissediyorsak, iyi bir yatağımız var demek.

“İyi bir gece uykusunun ve zinde bir gün geçirmenin asıl dayanağının yatak olduğu konusunda bilinçlenen insanlar daha çok araştırıp, hangi yatak daha sağlıklı, hangisi daha doğru bir tercih olur sorularını araştırarak yatak seçmeye öyle geliyorlar. Biz de yatağı mutlaka yatağa uzanarak denemeleri için teşvik ediyoruz” diyen Arıkan, bazan müşterilerin yatak seçmelerinin birkaç gün bile sürebildiğini söylüyor ve ekliyor: “Sağlıklı bir uyku için omurganın doğal pozisyonunun korunması, dokulara daha az basınç uygulanarak kan dolaşımının yavaşlatılmaması gerekir. Bu sayede vücut gece uykusu sırasında dinlenebilir ve yeni güne zinde şekilde başlayabilir. Yanlış seçilen bir yatağın vücuda olumsuz etkileri, uyku kalitesini düşürür ve yatakta uzun süre uyusanız bile yeterince dinlenmiş olunmaz.”

İyi bir yatağın beş özelliği

  • Omurganın doğal eğrisine uygun olacak sertlikte olmalı. Sert mi yoksa yumuşak mı olmalı değil, vücut kitle indeksine uygun mu sorusu sorularak seçim yapılmalıdır.
  • Baş, omuz, sırt, bel, basen gibi vücudun konveks bölgelerine aşırı basınç uygulamamalı.
  • Vücut ısısına göre tepki verebilmeli, yazın serin, kışın sıcak tutma kabiliyetine sahip olmalı.
  • Yaylı da olsa yaysız da olsa, gelişmiş ve dayanıklı sistemler kullanılmalı.
  • Yatak ebatları da önemli, boyunuzdan veya partnerinizin boyundan en az 15 cm daha uzun olmalı.
  • Ocak, 2017, Vogue Türkiye
  •  Fotoğraf: Karen Radkai

Bu yıl kesinlikle okuyacağınız roman: Vejetaryen

Han Kang’ın 2007’de yazdığı Vejetaryen April Yayıncılık tarafından Türkçeye kazandırıldı. 2016 Uluslararası Man Booker Ödülü’nü alan Han Kang’ın Vejetaryen adlı romanı, üç öykünün birleşiminden oluşan, okuduktan sonra bir daha unutmanızın ve gözünüzde akan imajların etkisinden kurtulmanızın güç olduğu bir roman.

“Karım vejetaryen oluncaya dek onun özel bir insan olduğunu hiç düşünmemiştim” cümlesiyle açılan ilk öyküde sayfalar boyunca adını öğrenemediğimiz kahramanımızı kocasının ağzından “Karım” olarak dinliyoruz. Vasat bir kocanın karısını et yemiyor ve gömleklerini ütülemiyor diye annesine şikayet edişiyle ailenin diğer fertleriyle tanışıyoruz. Kızını 18 yaşına kadar döven bir baba, damada kızından daha çok özenen bir anne, kozmetik dükkanı işleten zengin bir abla ve sanatçı kocası. İlk aile toplantısının kocaman bir faciaya dönüşmesini bir sinema filmi, bir tiyatro oyunu kıvraklığıyla anlatıyor Han Kang. Babanın kızının ağzına et tıkmaya çalışması ve sonrasında olanlarla dehşete kapılıyorsunuz. Rızası olmayan birine et yedirmenin tecavüzden bir farkı olmadığını ve delirmenin aslında ne kadar da öznel bir fikir olduğunu düşünüyorsunuz. Bu düşünceler sizi Moğol Lekesi, yani romanın ikinci bölümü ve Alev Ağacı adındaki üçüncü bölümde de bırakmıyor.

Kişisel bir takıntı olabilir ancak Yonğhe’nin ismini sayfalar sonra öğrenmemiz gibi ablasının ismini de üçüncü bölüme kadar bilmiyoruz. Karım, baldızım, kadın gibi cins isimler, iyelik bildiren sözcüklerle anılıyorlar hep, sonradan öğreniyoruz kendilerini özel kılan şeyi, isimlerini. İkinci bölümde Yonğhe’nin eniştesi ve ablasına yakınlaşıyoruz bu kez. Video sanatçısı olduğunu öğrendiğimiz enişte, hiç aşk duymadığını karısından, Yonğhe’nin belinde bir Moğol lekesi olduğunu duymasından itibaren baldızına ilk andan saplantılı bir ilgi duymaya başlıyor. Buradan sonrasını anlatırsak kitapla ilgili pek çok şeyi de açıklamış olacağız, kitabın büyüsünü ve gizemini bozmamak adına burada durmak isteriz.

Hiç yaşanmasa da olacak evlilikler, birbirini hiç sevmemiş kadınlar ve adamlar, ağaçlar, kanlar, etlerle dolu bir roman Vejetaryen. Bir rüyanın ardından mutfakta tek başına oturup buzdolabındaki bütün etleri, balıkları, hayvansal her gıdayı çöpe atan bir kadının bir kararının, dağılmış aileleri ölü balıkların denizin üstüne çıkması gibi su yüzüne çıkarmasını bir film gibi izletiyor bize Han Kang. Bir rüya, ardından bir seçimin birkaç hayatı birden kelebek etkisiyle sarstığını düşünüyorsunuz başta aslında çöküşün başlangıcının çok daha derin, çok daha eski bir yerde olduğunu fark ediyorsunuz.

Her et yediğinizde değil ama görkemli ağaçlar gördüğünüzde de anımsayacağınız bir roman Vejetaryen. İnsanın kendisini ait olduğu doğadan ayrı tutması ve büyüklenmesinin ne kadar da anlamsız olduğunu düşündürüyor Han Kang insana. Ağaçtan, köpekten üstünmüş gibi hissetmesini, hiç de öyle olmayışını. Oradaymışçasına yazıyor sizi de oradaymışsınız gibi etkiliyor güçlü dili, üslubu. Ödül alması asla tesadüf değil. Göksel Türközü’nün çevirisiyle okuyacağınız Vejetaryen, kibirden arınmış üslubuyla çok güçlü bir roman. 2017’de kesin okuyacaksınız.

Vejetaryen

0000000729667-1

Han Kang

April Yayıncılık

158 sayfa

18 TL

Erteleyenler ve savsaklayanların derdine derman bir kitap

Prokrastineyşın : Başlanıp Bitirilmesi Gereken İşleri İnatla Erteleme, Savsaklama ve Oturup Çalışmak Yerine Ivır Zıvır Şeylerle Oyalanma Alışkanlığıyla Mücadele Kılavuzu, çalışma azmi ve iradesini yeniden bumak isteyenler için.

Metropolis Kitap, kronik savsaklayıcıların derdine derman olacak bir kitap yayımladı. Timothy A. Pychyl’in savsaklama davranışını irdelediği ve çözüm ürettiği Prokrastineyşın, çalışmaya başlama ve ilerleme konusunda sıkıntı yaşayan herkesin okumasında fayda olan bir kitap. Eğer savsaklama davranışından muzdaripseniz, yani bir işe başlamak yerine internette hiç dinlemediğiniz bir şarkıcının özgeçmişini okurken ya da alışveriş sitelerinde ihtiyacınız olmayan bir şey ararken bulanlardansanız, veya bugün hiç canım istemiyor, yorgunum, yarın başlayayım diyenlerdenseniz ve o yarın hiç gelmiyorsa, bu kitap sizin de rehberiniz olacak.

Bu kitabın bana neredeyse ilahi yollardan geldiğine inanacak kadar erteleme alışkanlığı olan bir insanım. O son eyvah ben ne yapacağım anına kadar, daha çok var, nasılsa basit bir şey, bir iki saatimi alır, sabah uyanınca yaparım gibi düzinelerce bahanem var. Savsaklama üzerine okunabilecek her şeyi okudum. Bunu çözmek yerine Google’a “procrastination” yazıp önüme çıkan linkleri incelemek daha cazip gelmişti. Pychyl’in kitabı bu tür okumaların biraz dışında bir kitap. Size neden değil sonuç sunuyor olması ilk ayrıştığı yer. İkincisi biraz zalim ve gerçekleri yüzünüze karşı söylemekten kaçınmayan ve sizi tanıyan üslubu. Özetle öne sürdüğümüz tüm bahanelere, hemen başla motto’suyla göğüs geriyor. Şimdi başla, yarın bir daha başla diyor. Ve üstelik okumayı erteletmeyecek kadar kısa.

Pychyl, kendimizin en azılı düşmanımızın kendimiz olduğunun farkına varmamızı, kendimize ait olduğunu sandığımız tüm bahanelerin aslında tüm savsaklayıcıların kullandığını görmemizi sağlıyor. Ben baskı altında daha iyi çalışıyorum, korktuğum için başlayamıyorum, yarın yaparım, sabah daha iyi çalışıyorum gibi sudan bahanelerimizin sudan olduklarıyla yüzleştiriyor bizi.

Yakın zamanda bu konuyla ilgili bir kitap daha okumuştum. Sel Yayıncılık’tan çıkan John Perry’nin Erteleme Sanatı, tam olarak bu konuyla ilgili, ama bambaşka bir çerçeveden bakıyor. Perry, size sistematik erteleyici olduğunuzu fark ettirirken, sizi konuyla ilgili üzmüyor. Ancak başka bir çözüm yolu sunuyor. Bir şeyi ertelerken, başka bir işi bitirmek. Ki savsaklayıcıların ortak özelliklerinden biri de bu. Konuyla ilgileniyorsanız Erteleme Sanatı’nı da inceleyin, kendinizi bulacak, bazı şeyleri fark edecek ve epeyce güleceksiniz.

Timothy A. Pychyl, sizi iyi hissettirmiyor, tam tersi değişmek için adım atmanızı istiyor, hemen başlamazsan başlamayacaksın’ın altını çiziyor ve tüm bahanelerimizi kesin bir tavırla reddediyor. Pek çok erteleme, savsaklama alışkanlığına, değişim stratejileriyle karşılık veriyor. Dikkat dağıtıcı etkenlere karşı nasıl savaşacağımızı, başlamak için değişmemiz gerektiğini ve değişimin öyle çok da kolay olmadığını da vurguluyor. Bunu iyi de yapıyor. Kitabı bitirmemle bu yazıyı bitirmem arasında bir saat bile olmadığını söylersem, ne demek istediğimi anlarsınız…

 İnce insanların romanı

Hasan Ali Toptaş’ın Everest Yayınları’ndan çıkan son romanı Kuşlar Yasına Gider, bir baba oğul hikayesi olmanın yanında inceliklerin, uzun yolların, türkülerin de romanı. Denizli’nin yerel bir haber sitesinde Hasan Ali Toptaş’ın bir çocukluk fotoğrafı var. Siyah beyaz bir fotoğraf bu, küçük bir çocuk tampona tırmanmış, minibüsün camını siliyor. O küçük çocuğu görünce Kuşlar Yasına Gider’i daha bir idrak ediyor daha bir içtenlikle seviyor insan. Kurmacayla gerçeği karıştırmak doğal, belki de en otobiyografik romanı bu Toptaş’ın. Bizi roman boyunca gerçek mekanlardan geçiriyor. Güvenpark’tan, Konur Sokak’ta karlı buzlu yollarda ağır aksak yürüyoruz. İmge Kitabevi’ne kitap soruyor, arabayla Ankara’dan Denizli’ye giden yolu köy köy, sapak sapak ezberliyoruz. Öyle ki, şimdi yola çıksak yolun neresinde hangi türküyü açmamız gerektiğini biliriz.

Bütün tuhaf şeylerin sıradan görünen günlerin içinde saklı olması gibi, roman da sıradan bir Ankara gününde başlıyor. “İçimdeki ses uzaklara çekilmişti” cümlesiyle. Bir yazarın ağzından dinlediğimizi anlıyoruz hemen sonra, bir telefon ardından bir baba geliyor Ankara’ya. Sebebini sonradan öğreneceğimiz bir sebepten babanın elinde koltuk değnekleri var, sol bacağında ise protez. Baba oğul Ankara’nın buzlu karlı yollarında yürürlerken denk geldikleri bir arabayla kucağımıza kocaman bir ipucu bırakıyor Toptaş. Buzdan kalkamayan arabanın şoförü arabayı hareket ettirmeye uğraşırken, biz arabanın şoförünün iç sıkıntısını hissediyoruz, baba yani Aziz Bey’le birlikte. Aziz Bey’in kanına kimsenin yardım etmeyişi dokunuyor, bizim de. Sonra bu durumu, bu inceliksizliği ne biçim kanıksadığımızı fark ediyoruz. Aynı gün Aziz Bey’in başına gelen bir olayla durum perçinleniyor, bir anda hevesini kaybediyor her şeye. Babasının gözleri her yeşil yeşil dolduğunda, burnumuzun direği sızlıyor.

Sonra Ankara Denizli yollarında gitmeye başlıyoruz birlikte. Yola çıkıp Ankara’yı geçince türkü dinlemeye alışıyoruz. Polatlı’dan Haymana’ya oradan Afyon’a doğru giderken başka başka türküler çalıyor arabanın radyosunda, Bize dikkati dağılmasın diye türkü dinlediğini söylüyor önce sonra anlıyoruz, “Gönlümün dağlarına soylu bir geleneğin şavkı vuruyordu” diyor Seyit Çevik’i dinlerken. Kuşlar Yasına Gider de zaten bir Ardahan türküsünün dizesi: “Bu dağlar kömürdendir / geçen gün ömürdendir diye başlıyor, Bu yol Pasin’e gider, döner tersine gider/ şurada bir garip ölmüş kuşlar yasına gider” diye devam ediyor. Kitabı okurken Hasan Ali Toptaş’ın andığı türküleri durup açıp dinlemek istiyor insan, iyice o yolda hissetmek için kendini. 

Ankara Denizli yolu sade türkülerden ibaret değil. Hep aynı yerde bir at çıkageliyor, boşluktan gelip boşluğa gidiyormuş gibi, gizemli beyaz bir at. Arabanın yanından kişneye kişneye koşuyor, giderken birini yanına alacak diye ödümüzü patlatıyor, beyazlığı gözümüzü alıyor. Öyle ki kitabı okuduktan sonra eminim, nerede koşan bir at görsem Kuşlar Yasına Gider’i anımsayacağım. Atın sırrını şimdi vermeyelim, arada bir aynı o at gibi çıkagelen beyaz gömlekli çocuğun da.

İncelikler dedim ya, sık sık boğazım düğümlendi okurken, en çok da Aziz Bey’den, hiç ağaç kesilir mi diye evin önünde eve girip çıkmayı zorlaştıran ağaçları kestirmemesi, yolda Gömü’den geçerken oğluna aman buradan yavaş geç, burada iyi insanlar var demesi, aman sana aldatılmak yakışırdı zaten, deyişi bize eski, iç yakan incelikleri, zarafeti anımsatıyor. İnsan nelerin nelerin üzerinden fark etmeden geçtiğini anlıyor okurken. Hasan Ali Toptaş bize güzel insanları hatırlatıp duruyor. Atını çocuğu gibi seven dayıları, yürümekte zorlanan yenge kendini biçare hissetmesin diye eline verilen çakıl taşlarını. Koca bir aile bir odada bir araya gelince gülünen saçma şeyleri, kalabalık aile uğultusunu hatırlatıyor, bir güzel de güldürüyor onca olan bitenin içinde.

Kuşlar Yasına Gider, İstanbul’dan kaçmak istediğim, kendimi yollara vurmak istediğim günlerde geçti elime. Okumaya devam ederken ve bitirdiğimde şöyle düşündüm, Hasan Ali Toptaş beni zaten uzun yollara çıkaracakmış evimin köşesinden, hiç de gerek yokmuş yollara düşmeye. Kuşlar Yasına Gider, sizi yola çıkaracak, atlar geçecek yanınızdan okurken, yaşlı ağaçların gölgesinin serini düşecek kalbinize. Demem o ki, çıkın bulduğunuz ilk kitapçıya girin, Kuşlar Yasına Gider sizi yola çıkarsın, elinizin altında bir de türkü dinleyecek bir radyo olsun.

Ay dolunay

Belki de hiç duymadığınız yerel bir adeti anımsatıyor Hasan Ali Toptaş. Mesela, salça, tarhana, pekmez ay dolunayken yapılırmış. Ay hilalken erişte kesilmez, pekmez kaynatılmazmış. Ya kurtlanır, ya bozulurmuş.

Eleştirmenlere söz

Kitapta bir de yazarla anlatıcının, kurmacayla gerçekliğin birbirine karıştığı bir bölüm var. Bir akademisyen yazarın romanları ve hayatına dair bir çalışma yapmak istediğini söylüyor ve iki yıl boyunca kâh evde kâh dışarıda buluşup konuşuyorlar, akademisyen istemediği bölümleri çıkaracağını söylüyor, nihayetinde kitap çıkıyor. “Okudukça ister istemez yeniden öfkeleniyordum tabii. Kitabı yazan akademisyen, yazarla anlatıcıyı aynı kişi sanıyordu çünkü; bu nedenle de, bilimsel çalışma yapıyorum iddiasıyla, romanlarımdaki kahramanları, kollarından yahut yakalarından, paçalarından tutarak, sürükleye sürükleye getirip benim hayatımın orasına burasına raptediyordu. Dolayısıyla romanlarımda anlattığım her evlilik benim evliliğimdi ona göre; dayılar benim dayılarım, dedeler benim dedelerim, çocuklar benim çocuklarımdı” diyor kitapta. Bir yanıyla sade okura aman bu telefonu at kişnemesi gibi çalan Hüseyin Dayı kafanızı karıştırmasın diyor belki de veya eleştirmenlere bir sözü var, bilemiyorum.

eylül

beni tanıyanlar bilir, sonbahardan da kıştan da hoşlanmam. ama eylül içlerine sevebildiğim tek ay. güneş varken yağmurun yağdığı, geceleri ince bir hırkanın yettiği akşamlar.

eylül güzel. insanın aklını başına getiriyor.

bu aralar güzel kitaplar okudum. şenay aydemir’in organik bozukluk: 21. yüzyılda tembellik hakkı kitabı, ismail güzelsoy’un gölge’si, ahmet tulgar’ın trajik nüans’ı, bunlardan hararetle tavsiye edeceklerim.

makarnayı az haşlayıp kaynayan sarmısaklı, bol domatesin içinde kalanını haşlamayı öğrendim, çok güzel oluyormuş. sosu iyice içine çekiyor.

french press’te cold brew yapmayı çözdüm. akşamdan kahveyi soğuk suyla yapıyorsunuz, buzdolabına atıyorsunuz, sabah kalktığınızda soğuk ve leziz kahveniz hazır oluyor. tam da tembel işi.

stranger things’den sonra queen of south, victoria, the royals ve better things izlemeye başladım, hepsi ayrı güzel, meraklısına.

orange blossom’ı keşfettim. şu şarkısı özellikle. insana neon turunculu günbatımlarını anımsatıyor, ve yeşil mandalinaları.

instagram’da garaj satışı hesabını takip ediyorum bu aralar, ikinci el bi sürü şey buluyorum, hepsini alasım geliyor, ama kendimi de tutuyorum elbette. dünyanın en mantıklı şeyi bence yenisini almaktansa ikinci eline bakmak. bir de sefertası moda. bir etperver olarak dünyanın en güzel vegan yemekleri ve şahane fotoğrafları var. arada bir not alıyorum, bunu böyle yiyeyim ah be akşama kısır yapayım diye. vegan veya vejetaryenseniz kesin takip edin, değilseniz de edin. benim iştahımı açıyor hep.

bir procrastination anında gelen paylaşma olsun bu da. belki arada yaparım yine.